7 Ekim 2008 Salı

Murat Bardakçı'nın ŞAHBABA adlı eseri üzerine notlar

Aşağıdaki mektup ve eki, gazeteci Murat Bardakçı'nın iki farklı mail adresine toplamda üç kez gönderildiği ve hiçbir cevap alınamadığı için, Şahbaba okuyucularının ve yakın tarih meraklılarının işine yarayabileceği düşünülerek buraya taşınmıştır. Ayrıca şu adresten de okunabilir:

-----------------------
Sayın Murat Bardakçı,

(...)
Kasım 1998’de Pan Yayıncılık tarafından piyasaya sunulan “Şahbaba” adlı kıymetli eserinizin ilk baskılarından birini o yıl alıp okumaya başlamış, ancak ilk 200 sayfadan sonra zihnimin yorulduğunu farkederek kitabı elimden bırakmıştım. Özellikle sizin (...) koyarak “okunamadı” dediğiniz el yazısı metinlerdeki kelimeleri, elime bir büyüteç alıp küçük fotoğraflar üzerinden okumaya çalışmış, sayfa kenarlarına kurşun kalemle bazı notlar düşmüştüm. Kitabı tamamen okuyup bitirdiğimde size bir mektup yollayacak, küçük bir katkım olur ümidiyle notlarımı dikkatinize arzedecektim. Ne var ki aradan geçen 10 yıl zarfında Şahbaba’ya dönmek bir daha nasip olmadı.

Şu birkaç gün içinde, öncelikle “Belgeler”, “Samsun Belgeleri” ve “Notlar” başlıklı 250 sayfa tutarındaki son üç bölümü hızlıca gözden geçirdim; ayrıca ilk 400 sayfadaki, orijinal metinden “sadeleştirilmeksizin” latinize edilen paragrafları kontrol ettim. Birkaç istisnâ dışında; Arapça kökenli olduğu için yanlış okunan (i’râb hatâsı yapılan), hiç okunamayan veya hatâlı dizilen kelimeler üzerine yoğunlaştım. Eski notlarıma yenilerini de ekleyerek aşağıda görülen 80 maddelik listeyi oluşturdum. Kitabın tamamını satır satır okuma imkânım olsaydı, liste daha da uzayabilirdi. Eserin Kasım 1998 sonrası baskılarında ve İnkılap Yayınevi tarafından yapılan 2006 baskısında, benim dikkat çektiğim noktalarda herhangi bir değişikliğe gidilip gidilmediğini bilmiyorum.

Bu tashih listesini sunmakla, hânedânın son hatırası üzerine kaleme alınmış çok değerli bir araştırmaya mütevâzî bir hizmette bulunmaktan başka gayem olmadığının bilinmesini istirham ederim. Takdir sizindir.

Kimliğimi merak edecek olursanız, kısa özgeçmişimin yer aldığı web sayfasının linki şöyle:
http://atdayhan.blogspot.com

Aşağıdaki mülâhazalarımı yeni baskılar için dikkate alacağınız ve hatâlıysam hoşgörüyle karşılayacağınız ümidiyle selam ve saygılarımı sunarım. 28.09.2008

Dr. Ahmet Tahir Dayhan
dayhan@excite.com

------------------------


1. (sayfa: 15, satır: 7): Vahideddin’in; “Bir millet var, koyun sürüsü... Buna bir çoban lâzım, o da benim” şeklindeki ifadesi için sayfa altına düşülen dipnotta, her nedense çok yakın bir kaynak varken çok uzağa; m.ö. 4000’lere gidilmiş. Rıza Nur’un hâtırâtından (Şahbaba, s. 121) iktibas edilen bu sözün kaynağı, bizim meslek erbâbının çok iyi bildiği meşhur bir hadis-i şerif’ten başkası olmasa gerektir. Fatih Medresesi’nde, şimdiki adıyla “Temel İslâm Bilimleri”ni hakkıyla tahsil ettiği bilinen Vahideddin’in, bu sözü sarfederken esinlendiği yegâne kaynak Hz. Peygamber’in sözleri olmalıdır. Zaten siz de “vesselâmü alâ meni’t-tebea’l-hüdâ” cümlesi için düştüğünüz dipnotta: “Bu söz, rivayete göre Hazreti Muhammed’e aittir... Ben Sultan Vahideddin’in bu ifadeyi aynı düşünceyle kullanmış olduğunu zannediyorum” diyorsunuz (s. 656, dn. 34). Dolayısıyla burada, ilk sözlerin söylendiği “önsöz” içerisinde, Allah ve âhiret inancı olmayan putperest çoban-kral Dumuzi’ye gönderme yapmak yerine, Vahideddin’in; “müvekkilim bulunan Fahru’l-Mürselîn Efendimiz Hazretleri” (s. 450) diyerek işaret ettiği Hz. Peygamber (s.a.v.)’i kaynak göstermek çok daha isabetli olurdu kanaatindeyim.

Abdullah b. Ömer (r.a.)’in Allah Rasûlü (s.a.v.)’nden naklettiği ve onlarca hadis kaynağında rivayet edilen hadisin metni şöyledir: “Küllüküm râin ve küllüküm mes’ûlün an raiyyetihî. el-İmâmü râin ve mes’ûlün an raiyyetihî. Ve’r-racülü râin fî ehlihî ve hüve mes’ûlün an raiyyetihî. Ve’l-mer’etü râiyetün fî beyti zevcihâ ve mes’ûletün an raiyyetihâ. Ve’l-hâdimü râin fî mâli seyyidihî ve mes’ûlün an raiyyetihî. Ve küllüküm râin ve mes’ûlün an raiyyetihî”.

Tercümesi: “Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz (sorguya çekileceksiniz). Devlet başkanı, memurlarının ve halkının çobanıdır; onlardan sorumludur. Erkek ailesinin çobanıdır ve onlardan sorumludur. Kadın kocasının evinde çobandır ve güttüğünden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının çobanıdır ve ondan sorumludur. Netice itibariyle hepiniz çobansınız ve hepiniz idâre ettiklerinizden sorumlusunuz”.

Kaynak: Buhârî, Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, Dâru’bni Kesîr (I-VI), Beyrut 1987, I/304, hadis no. 853.

2. (sayfa: 30, satır: 1): “Çar Birinci Nikola Petersburg’daki İngiliz sefiri Sir Hamilton Seymour’la konuşurken...”. Burada her iki târihî şahsiyetin doğum-ölüm tarihlerini yanlarına yazsak daha iyi olmaz mı diye not almışım. Cümleyi şöyle yazmamız sizce uygun olur mu?: “Çar I. Nicholas (1796-1855) Petersburg’daki İngiliz sefiri Sir George Hamilton Seymour (1797-1880)’la konuşurken...”. Seymour kelimesini Türkçe telaffuzuyla “Sîmor” diye yazmadığınız için, Nikola’nın da orijinal halini yazmanızı teklif ediyorum. Elbette ki takdir sizindir.

3. (sayfa: 60, satır: 19): “Kızlarım Ulviye ve...”. Doğrusu; “Kızım Ulviye ve...” olmalı.

4. (sayfa: 64): “Avusturya-Macaristan’ın yaşlı İmparatoru Franz-Joseph 21 Kasım 1916’da ölür...” dendikten iki satır sonra; “Istanbul’dan 14 Ekim’de trenle ayrılan veliahdın...” denilmektedir. İki tarih arasında bir çelişki var gibi görünüyor. Yoksa eğer, cümlenin okuyucunun zihninde karışıklığa meydan vermeyecek şekilde yeniden düzenlenmesi münasip olur. Bu ifadeden, cenaze merasimi için Vahideddin’in, imparator ölmeden 1 ay önce yola koyulduğu gibi garip bir anlam çıkıyor.

5. (sayfa: 81, satır: 1): “Libya şeyhi Sunusi’nin elinden kuşanır kılıcını”. Şeyhin nisbesi “Senûsî” olacak. Kastedilen şahıs ise, Libya’nın son meliki, Muhammed İdrîs b. Muhammed b. Muhammed Ali es-Senûsî (1890-1983)’dir. el-Mehdî lakaplı babası Şeyh Muhammed (1844-1902), Abdülhamid zamanında İstanbul’daymış, 1894’te oradan ayrılmış. Bk. Ziriklî, Hayruddîn, el-‘A’lâm, Dâru’l-İlmi li’l-Melâyîn (I-VIII), Beyrut 2002, VII/76. Ziriklî’nin kitabında “Senûsî” nisbeli altı farklı şahıs geçer ve hepsine de hareke konarak bu okunuş verilir.

6. (sayfa: 91, satır: 11): “(güneye olan cephemi güneye çevirerek)..”. İkinci “güneye” kelimesi “batıya” olacak. Dört satır altında “Der’a” diye bir yer ismi geçiyor. Suriye’nin güneyinde Ürdün sınırındaki bir şehrin ismi olan bu kelimenin sonu elif ile bittiğinden, “Der’â” şeklinde yazılsa daha doğru olurdu. Mezrib ve Rabu kelimelerine de gözüm takıldı. Ancak yazılışlarını görmediğim için, böyle mi okunmaları gerektiğinden emin olamadım. Amman’ın kuzeybatısındaki “Cebel-i Aclûn”, Arapça telaffuzuyla “Cebelü Aclûn” yazılmalıydı. Lübnan’da bir bölgenin adı olan “Riyâk” ise aynı zamanda “Rayâk” şeklinde de okunabiliyor. Bu yüzden hem a harfinin üzerine şapka koyarak hem de her iki okunuşu yanyana vererek yazılabilirdi.
http://en.wikipedia.org/wiki/Der'a
http://en.wikipedia.org/wiki/Rayak_(Riyaq)

7. (sayfa: 113, satır: 9): “Paskalaya yortusunda...”. Doğrusu; “Paskalya” olacak.

8. (sayfa: 124): “Denizli Müftüsü Ahmed Hul si Efendi’den...”. “Hulûsi” kelimesinden şapkalı u harfi dizgi hatâsı sonucu düşmüş.

9. (sayfa: 144-145): Bu iki sayfa arasına konan ve kuşe kağıda basılan fotoğraflardan birinin yanında, “Sultan Vahideddin’in şallara ve ayet işlemeli kumaşlara sarılı tabutu” yazıyor. Oysa fotoğraftan da farkedilebileceği gibi, tabutun üzerindeki beyaz kumaşta herhangi bir ayet yazılı değil. Okuyabildiğim kadarıyla şu kıta işlenmiş:



Hırka-i Hazret-i Fahr-i Rusül’e,
Atlas Çerh olamaz pây endâz.
Yüz sürüp zeyline takbîl ederek,
Kıl şefî-i ümeme arz-ı niyâz.






Dolayısıyla tabut üzerindeki beyaz örtü, Hz. Peygamber’in hırkasından bir parça; veya böyle bir hırkanın saklandığı bir sandukanın örtüsü olsa gerektir.

10. (sayfa: 160, satır: 34): “Müttehim-i gaib kendisini...”. “Müttehem” olması gerekiyor. “İtham edilen” anlamındaki bu kelime, geride 121. sayfanın 21. satırında, “müttehem olması lâzım gelir” şeklinde doğru yazılmış. Ancak hem burada, hem de ileride birkaç yerde (s. 546-547) hatâlı olarak “müttehim” şeklinde yazılıyor.

11. (sayfa: 190, satır: 36): “iki şahid huzuruna sizi tatlik etmiş olduğumu...”. Metnin fotoğrafı yok ama; “huzurunda” olsa gerek.

12. (sayfa: 198, satır: 13): “Ve minallahu’t-tevfıyk”. Doğrusu; “Ve minallâhi’t-Tevfîk” olacak. Mektup sonlarındaki buna benzer Arapça dua ifadelerinin bir kısmı hatâlı latinize edilmiş.

13. (sayfa: 200, satır: 35): “nüvâzişlerinizle” kelimesinin böyle okunuşunun “galat” olduğunu söylüyor Şemseddin Sami. Bu yüzden doğru imlâ; “nevâzişlerinizle” olmalı.

14. (sayfa: 201, satır: 14): “bu ulvî kararına teşebbüs-ü men’ elimden gelmedi”. “teşebbüs-i men” olmalı.

15. (sayfa: 244, satır: 32): “İngiltere devlet-i fehîmânesine...”. Fotoğraftan okuyabildiğim kadarıyla; “fehîmesine” olmalı.

16. (sayfa: 330, satır: 21): “Şeyh Sünusi’ye mukabil olmak üzere...”. 5. maddede geçtiği üzere, “Senûsî” olmalı.

17. (sayfa: 336, satır: 26): “Fransa Cumhurbaşkanı Alexander Millerand’a...”. Alexander kelimesinde e ve r harflerinin yerlerinin değişmesi gerekir. Tam adı: Étienne Alexandre Millerand (1859-1943).
Bk. http://fr.wikipedia.org/wiki/Alexandre_Millerand

18. (sayfa: 380, satır: 36): “Hasbi’n-Allah-u ve ni’me’l-vekil ve ni’me’l-Mevlâ ve ni’me’l-nasîr”. İki Kur’an âyetinden alınarak söylenen bu cümlenin ortasındaki altı çizili “ve/vav” atıf harfinin normalde olmaması gerek. İlk asırlardan beri genel kullanımı böyle. Zira, ya Enfâl Sûresi’nin 40. âyetindeki gibi vav’sız söylemek, ya da Hacc Sûresi’nin 78. âyetindeki gibi “fe ni’me’l-mevlâ...” demek en doğru olandır. Vakit Gazetesi’nin (s. 484) o sayfası kitapta bulunmadığı için kontrol edemedim. Vahideddin’in o kısmı vav ile yazıp yazmadığını yeniden kontrol edebilirsiniz. Diğer iki yazılış/okunuş hatâsını da düzelterek, cümleyi tez ve makalelerimizde yazdığımız gibi yazarsak;
“Hasbünallâhü ve ni’me’l-vekîl, ni’me’l-Mevlâ ve ni’me’n-Nasîr”.

19. (sayfa: 419, satır: 19): “hazret-i peygamberin isr-i nebevîlerine itbaen...”. “ittibâen” olacak. Aynı cümle dipnotta doğru yazılmış. Bununla birlikte dipnotta bu cümlenin sonu şöyle bitiyor: “feragat eylemedim ve eylemekteyim”. Oysa son kelime; “eylememekteyim” olacak. Üst metinde son cümle; “eylemeyeceğim” şeklinde daha farklı ama doğru yazılmış. Yine dipnotta, “cenâb-ı azîz-i zü’l-intikamın...” diye bir ifade var. Kur’an-ı Kerim’de 3 yerde geçen bu âyetin doğru telaffuzu şöyledir: “Azîzün zü’ntikâm”.

20. (sayfa: 420, satır: 3): “Zalike’l-takdiru’l-azîzu’l-alîm”. Kur’an-ı Kerim’de 3 yerde geçen bu âyetin doğru okunuşu şöyledir: “Zâlike takdîru’l-Azîzi’l-Alîm”. Aynı sayfanın alttan 3. paragrafında şöyle bir cümle var: “bütün musaibi üzerime celb ve cezbettim”. İkinci kelime “mesâibi” olacak.

21. (sayfa: 421, satır: 8): “ne vakit kabul eyleyebileceğimi soruyordu”. 427. sayfaya basılan fotoğraftan okuduğum kadarıyla, “edebileceğimi” olmalı.

22. (sayfa: 422, satır: 13): “Tebeddül-ü saltanat”. “Tebeddül-i saltanat” olmalı.

23. (sayfa: 423, satır: 5): “hâtemü’l-nebiyyîn”. “hâtemü’n-nebiyyîn” şeklinde yazılmalı.

24. (sayfa: 424, satır: 2): “İlâ-el’an”. “Şimdiye kadar” anlamındaki bu Arapça ifadenin doğru yazılışı, “İle’l-ân” olacak.

25. (sayfa: 425, satır: 12-13): “Bizatihi müessesdir”. Doğrusu; “müessisdir” olmalı. Hemen altında, 419. sayfadaki hatânın aynısı tekrarlanmış. “Azîz-i zü’l-intikam” değil, “Azîzün zü’ntikâm” olmalı.

26. (sayfa: 447): Başlığın hemen altındaki köşeli parantezin çevirisi, “Li’t-Tabii” şeklinde yazılmış. Oysa bu Türkçe bir ifade değil, “Matbaaya/yayıncıya ait” anlamında Arapça bir kelimedir. Pek bir anlam taşımadığı için, hiç tercüme edilmemesi kanaatimce daha uygun olacaktır.

27. (sayfa: 449, satır: 6): “müşarülileyhâ”. Doğrusu; “müşârunileyhâ” olacak. Aynı sayfanın 15. satırında, “müeyyed görünüyordu” ifadesi de “müeyyid” şeklinde düzeltilmeli.

28. (sayfa: 450, satır: 29): “o makamların ve simmâ Hilâfet makamının”. Altı çizili kelimenin doğru yazılışı, “siyyemâ”dır. Malumunuz, “özellikle” anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Aynı sayfanın altında, “Elfiraru mimmâ lâyütak min süneni’l-murselîn” cümlesi geçiyor. Doğru yazılış: “el-firâru mimmâ lâ yütâk...” şeklindedir. Sultan Vahideddin’in kendisini savunmak için zikrettiği bu kâidenin geçtiği kadîm kaynaklardan bir-ikisinin dipnot olarak verilmesi uygun olur sanırım: Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed (ö. 1111), İhyâü Ulûmi’d-Dîn, Dâru’l-Ma’rife (I-IV), Beyrut ts., II/248; Aclûnî, İsmail b. Muhammed (ö. 1749), Keşfü’l-Hafâ, Müessesetü’r-Risâle (I-II), Beyrut 1985, II/110, no. 1823.

29. (sayfa: 451, satır: 29): “bir şerzemme-i kalîle...”. “şirzime-i kalîle” olacak. Birkaç satır altında; “reva görülen müfteriyâtı...” yazılmış. Doğrusu; “müftereyâtı” olmalı.

30. (sayfa: 452, satır: 9): “şükür ve mahmidetle...”. “mahmedetle” olacak.

31. (sayfa: 453): İlk cümle, “hâsidîn ve hâinîn ümmüne rağmen” şeklinde latinize edilmiş. Benim okuduğum; “hâsidîn ve hâinîn-i ümmete rağmen” şeklindedir. Hemen altında; “zıllullahlarında pâydâr buyursun” yazılmış. Doğrusu “zıll-i ilâhîlerinde” olacak. Biraz daha aşağıda, “tasdia cür’et gibi ...” cümlesinde bir kelime okunamamış. Benim okuyabildiğim kadarıyla, o kelime ya “hâileye” (korkunç bir işe) veya “gâileye” (sıkıntılı işe) olmalı. Ama bu okumadan emin değilim. Bu iki ihtimalin oraya uyup uymadığı orijinalden bakılıp kontrol edilmeli. Aynı sayfanın en altında, “ma’lum-ı dekaayık-lüzûm-ı şâhâneleridir ki” şeklinde bir ifade var. Bu ifade, orijinal metinde hem 7. hem de 17. satırda geçiyor. Benim okuyuşum şöyle: “ma’lûm-i dekâyık melzûm-i ...”.

32. (sayfa: 454, satır: 12): “Bu kadar ... ve tafsîlattan”. Orada okunamayan kelime “giriş cümleleri” anlamındaki “temhîdât” olacak. Böyle olduğuna şüphem yok. Aynı sayfanın altında “velînîmet-i azîmelerine dehâlete mecbur kaldım” yazılmış. Benim okuduğum, “a’zamîlerine” şeklindedir. Hemen altındaki “okunamadı” denilen kelime, bir önceki sayfada (orijinal metnin 7. satırında) geçen tabirin aynısıdır. Gözünüzden kaçmış olmalı: “Ma’lûm-i dekâyık melzûm-i cenâb-ı hilâfetpenâhîleri buyuruldukta...”.

33. (sayfa: 457): Mektubun ilk cümlesinde “îsâl” kelimesi, hatâlı şekilde “is’al” yazılmış.

34. (sayfa: 464, satır: 2): “fırın hararetine şibih”. Doğrusu; “benzeyen” anlamında, “şebîh” olmalı.

35. (sayfa: 467): Son satırda, mektubun son cümlesi; “Cehar-çeşmle muntazırım” şeklinde bitiyor. Oysa ilk kelimenin iki farklı doğru yazılışı; ya “cihâr” veya “çehâr”dır.

36. (sayfa: 475, satır: 13): “kendinin erae ettiği vechile”. Doğrusu; “irâe ettiği vechile”dir. Sayfanın en altında; “Bu gibi yaygaralar hep av’ave-i kelâbdan ibarettir” cümlesi var. Kelb (köpek) kelimesinin çoğulu “kilâb” olacaktır.

37. (sayfa: 476, satır: 5): “Hasbin Allah ve ni’mel-vekîl”. Daha önce de belirttiğimiz gibi doğru okunuş: “Hasbünallâhü ve ni’me’l-vekîl” şeklindedir.

38. (sayfa: 478, satır: 16): “aile bulunmayan bir mahale...”. “bir mahalle” olmalı.

39. (sayfa: 479, satır: 2): “Kâbe’yi ... müslim sıfatıyla”. Burada okunamayan kelime, “bir abd-i/ferd-i” olmalı. Birkaç satır aşağıda, “Ziyaretlerimizi badü’l-ikmal” şeklinde bir ifade var. Doğrusu “ba’de’l-ikmâl” (tamamladıktan sonra) olacak. Onun biraz altında, “bundan başka çare mevkuddur” cümlesi var. Son kelime Vahideddin tarafından yanlış imlâ edilmiş. Zira sözlükte “mevkûd” diye bir kelime yok. Bu yüzden orası “mefkûddür” (yoktur) olmalı. İkinci paragrafın ortasında “istinadatı müfteriyât” şeklinde bir tabir geçiyor. Doğrusu; “müftereyât” olacak. Birkaç satır altında aynı kelime aynı hatâlı okuyuşa göre yazılmış. Doğrusu; “gazûbât ve müftereyâtın” olacak. Sayfanın en altındaki “el-Hakku ya’lû ve lâ yu’lâ aleyh” hadisine, dipnotta kaynak verilebilir. Bu hadisin orijinali “el-İslâmü yâ’lû ve lâ yu’lâ”dır. Fakat sonradan halk arasında ilk kelimesi “el-Hakku” ile değiştirilmiş, sonuna da “aleyhi” eklenmiştir. Bk. Buhârî, Muhammed b. İsmail (ö. 870), el-Câmiu’s-Sahîh, I/454, 78 no’lu bab başlığı; Dârekutnî, Ebu’l-Hasen Ali b. Ömer (ö. 995), es-Sünen, Dâru’l-Ma’rife (I-IV), Beyrut 1966, III/252, hadis no. 30.

40. (sayfa: 484): Daha önce de s. 379-380’de geçen Vakit Gazetesi’nin haberinin başlığı unutulmuş: “Nâme-i Hümâyûn”. Ayrıca sizce de uygunsa, arka taraftaki dipnotlar kısmına, bu mektupta Vahideddin’in muhâtabı olan Ezher şeyhi Muhammed Ebu’l-Fazl hakkında kısa malumat konulabilir. İki ayrı biyografik eserde, Ebu’l-Fazl hakkında verilen bilgiyi olduğu gibi aşağıya alıyorum:

Muhammed Ebu’l-Fadl el-Varrâkî el-Cîzâvî (1847-1927): Ezher şeyhi, Mâlikî fakîhi, hadis, tefsir ve usûl âlimi. Kahire’nin Cîze ilçesine bağlı İmbâbe kasabasının Varrâku’l-Hadar mahallesinde doğdu. Ezher’de öğrenim gördü. 1870’te aynı üniversitede Usûl ve Mantık dersleri vermeye başladı. Önce İskenderiye Enstitüsü’ne şeyh olarak tayin edildi. Daha sonra hem Ezher’in hem de Kahire’deki Dînî Enstitülerin başına getirildi. Mâlikîlerin reisi seçildi. Kahire’de vefat ettiği tarihe kadar bu görevleri deruhte etti. Hadis ve Fıkıh Usûlü’ne dair birer kitabıyla, Seyyid Şerif Cürcânî ile Sa’düddîn Taftazânî’nin Hâşiyeleri üzerine yazdığı bir eseri bulunmaktadır. Ziriklî, Hayruddîn, el-A’lâm, VI/330; Kehhâle, Ömer Rızâ, Mu’cemü’l-Müellifîn, Müessesetü’r-Risâle (I-IV), Beyrut 1993, III/203.

41. (sayfa: 485): Mektubun son cümlesi, daha önce 380. sayfada geçtiği üzere yine yanlış latinize edilmiş. Şöyle olmalıydı: “Hasbünallâhü ve ni’me’l-vekîl, ni’me’l-Mevlâ ve ni’me’n-Nasîr”.

42. (sayfa: 486, satır: 20): “Cenâbu’l vâcibu’l-vücûdun...”. İlk kelime, Osmanlıca terkîbe göre; “Cenâb-ı” olmalıydı.

43. (sayfa: 487): Mektubun ilk cümlesi şöyle: “Kudret, kuvvet-i lâyetenâhîye velâ galibe illâllah hükm-i celîli şâhid olan...”. Benim okuyuşuma göre ise şöyle olmalı: “Kudret ve kuvvet-i lâyetenâhîsine ve lâ ğâlibe illallâh hükm-i celîli şâhid olan”. (Bu arada, hilâfet makamını temsil eden Abdülmecid’in, mektubun ilk cümlesinde “illâ” istisnâ edatını “ilâ” harf-i cerri ile yazmış olması ve bir de başına “vav” harf-i atfını eklemiş olması şâyân-ı dikkattir. Makamına hiç de yakışmayan bir yazım hatâsı yapmış olduğu görülüyor). Sayfanın üçüncü paragrafının başında “Havf u rica” yazılmış. “Havf u recâ” olmalıydı. Devamındaki “rabbu’l-âlemîne” kelimesinden sonra bir virgül konulmalı. Aksi takdirde cümlenin maksadı ilk okumada tam anlaşılamayacaktır. Yine devamında, “Bihamdilillâh-ı teâlâ” yazılmış. Doğrusu; “Bihamdillâhi Teâlâ” olacaktır.

44. (sayfa: 489, satır: 16): “Bi-hasebü’s-sıdk”. Doğrusu; “Bi hasebi’s-sıdk”. Sondan bir önceki cümlede bir âyet-i kerime’nin okunuşu mevcut. Ancak yanlış okunmuş ve yanlış yazılmış: “İnnallahu biemrikum ente ‘uddu ve’l-emânât”. Doğrusu; “İnnallâhe ye’muruküm en tüeddü’l-emânâti (ilâ ehlihâ)”. (Allah size, emânetleri mutlaka ehli olanlara vermenizi... emreder, Nisâ, 58). (Oysa aynı âyetin, kitabın 198. sayfasında verilen 18 no’lu referansına baktığımızda, hatâsız yazıldığını görmekteyiz. s. 642, dn. 18). Mektubun son cümlesi de hatâlı yazılmış. “Ve minallâhi’t-tevfîk” olmalıydı.

45. (sayfa: 507, satır: 21): “Cenâb-ı hakkın bir inâyet-i mahsâsası...” yazılmış. Herhalde son kelime, “mahsûsası” olacaktı.

46. (sayfa: 530, satır: 8): “ihtiyâcât-ı zamana evfâk mukarrerât musîbesiyle”. Doğru yazılış; “ihtiyâcât-ı zamana evfak mukarrerât-ı musîbesiyle” olmalı. Aynı cümlenin sonundaki “ma’et-tâ’zîm” de hatâlı yazılmış. “mea’t-ta’zîm” olacak. Sonraki paragrafta şöyle bir ifade var: “hakkında âhıren tecellî eden...”. Fotoğraftan okuduğum kadarıyla, kelimenin doğru yazılışı “ahîran” olacak.

47. (sayfa: 531, satır: 3, 6): “Osmanî’nin hidemât-ı fedâkârânesini...”. Altı çizili kelime, “himemât” olmalı. Bundan iki satır sonra geçen “yâd ve tizkâr ve ulûvv-u kadr...” ifadesinin doğru yazlışı şöyle olmalı: “yâd ve tezkâr ve uluvv-i kadr”. Mektubun sonundaki dua cümlesinde küçük bir irab hatâsı göze çarpıyor. “Bi hurmeti seyyide’l-murselîn”in doğrusu; “seyyidi’l-murselîn” olmalıydı.

48. (sayfa: 532, satır: 5): “Darü’l-hilâfet-i Âliyye’den İsviçre’ye tagrîblerini”. Doğru yazılış; “Dâru’l-Hilâfeti’l-Âliye’den İsviçre’ye tağrîblerini” olmalı. Ya “âliye” denilecek veya “aliyye” denilecektir. İkisi de doğrudur. Tabi metin hangisine uyuyorsa. Ancak uzun a ve iki y ile telaffuz yanlıştır. (Aynı hatâ, “devlet-i âliyye” ifadesinde de göze çarpıyor. Kitabın 24. bölümüne başlık olan “Devlet-i Âliyye’ye İtalyan haciz mührü” cümlesinin de buna göre tashih edilmesi uygun olacaktır). Diğer kelimenin ğ yerine g ile yazılması, ğayn harfi yerine kaf harfini çağrıştırabilir. Dolayısıyla “uzaklaştırma/sürgün” anlamına gelen “tağrîb”, “yakınlaştırma” anlamındaki “takrîb” sanılabilir. (Bu vesileyle, şapkaların (uzatma/inceltme imlerinin) bazen yanlış harfin üzerine konulduğuna ve çekilmeyecek harfin çekilir hale getirildiğine veya konması gereken yerde konmadığına sık rastladığımı belirtmeliyim. Ancak bu gibi hatâlara ayrıca değinmeye gerek görmedim). Biraz aşağıda, “hilâfet-i mukaddese aleyhinde müttehiz...” yazılmış. “Alınmış olan” anlamına, “müttehaz” yazılmalıydı. Bundan birkaç satır sonra, “mütereddîb” kelimesi göze çarpıyor. Doğrusu; “müterettib” olmalı. Sayfa sonuna yaklaşırken, “alâ-kadru’l-imkân” diye Arapça bir ifade görünüyor. Doğru yazılışı; “alâ kadri’l-imkân” olmalı.

49. (sayfa: 533, satır: 1): “kıymetdâr dalâil-i mahabbet” şeklinde yazılmış. “Delâili-i mehabbet” olmalıydı. Aksi halde, delâlet’in çoğulu olması gereken kelime, dalâlet’in çoğulu haline gelmiş oluyor. Aşağıda, Besmele’den sonraki ikinci paragrafta, bir önceki sayfada da işaret ettiğimiz hatâlı okuyuşa yeniden rastlıyoruz. “aleyhinde müttehiz” değil, “müttehaz” yazılmalıydı. Aynı kelime son paragrafta bir kere daha geçiyor. “karar-ı müttehîz” yerine burada da “müttehaz” yazılması gerekirdi.

50. (sayfa: 534, satır: 22-23): “bihurmeti seyyide’l-murselîn ve’l-hamdulillâhi rabbu’l-âlemîn”. Doğru yazılış; “Seyyidi’l-murselîn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn”. Hemen altında, “18 Şa’bâni’l-muazzam” yazılı. “Şa’bânü’l-muazzam” olmalıydı. Biraz aşağıda, iki sayfa önce geçen hatâlı okunuşun aynısı tekrar edilerek; “Darü’l-hilâfet-i Âliyye’den” denilmiş. “Dâru’l-Hilâfeti’l-Âliye’den” olmalıydı.

51. (sayfa: 535, satır: 4): “karâr-ı tarihî mucibince...”. “Muktezâsınca” anlamına gelen “mûcebince” yazılmalıydı. 8. satırda, karşı sayfadaki hatânın benzeriyle yeniden karşılaşıyoruz: “Dâru’l-Hilâfeti’l-Âliye evrâk-ı havâdisinde” yazılmalıydı. 3. paragrafın ilk cümlesinde Arapça bir tabir yanlış yazılmış. “fevku’l-had” değil “fevka’l-had” yazılmalıydı.

52. (sayfa: 536, satır: 6): “tekâmülât-ı dünyevîyeyi müstahdef” denilmiş. Doğrusu; “tekâmülât-ı dünyeviyyeyi müstehdif” olmalı. 13. satırda “Usûl-i sahîha-i şer’iyyesi mucibince ısdâr olunmuş” deniliyor. Bir önceki sayfada da geçtiği üzere, “mûcebince” yazılmalıydı. 17. satırda; “bi’l-netice karar-ı müttehiz de batıl” ifadesi göze çarpıyor. “bi’n-netîce karâr-ı müttehaz da bâtıl” şeklinde yazılması gerekirdi. İkinci paragrafın ortasında geçen “bi’l-rıza ve’l-istihkak” tabirinin doğru okunuşu “bi’r-rızâ” olacaktır.

53. (sayfa: 537, satır: 3): “meslis-i milletimizin”. Sehven s ile yazılmış olsa gerek. Sanırım “meclis-i ...” yazılacaktı. 8. satırda, “nefy ve tagrîb edilirken” yazılmış. 48. maddede izahı geçtiği üzere, burada da g harfinin üstüne şapka konulması iyi olurdu. Sondaki dua cümlesinde yine irab hatâsı var. Doğru yazılış şöyle: “Seyyidi’l-murselîn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn”.

54. (sayfa: 539): Mustafa Kemal Paşa’nın ilk hitap cümlesinde geçen “Hazret-i Şehriyârî” kelimesi, bir göz yanılmasına uğramış olmalı. Yandaki fotoğraftan okuduğum kadarıyla “Hazret-i Pâdişâhî” yazıyor. Mektubun ilk cümlesinde “selâmet-i âtiyyesini” yazılmış. Tek y ile, “âtiyesini” (geleceğini) yazılmalıydı. Altıncı satırda “taksim emellerini gerçekleşme...” deniliyor. Oysa metinde “gerçekleşme” diye bir kelime geçmiyor.

55. (sayfa: 540, satır: 3): “arz ve iblâ etmenizi...”. Sanırım “iblâğ” olacaktı. Aynı sayfanın 23. satırında “Nazır-ı esbâkı” yazılmış. Doğru yazılış; “Nâzır-ı esbakı” olmalı.

56. (sayfa: 541): Son satırda “hasbe-licab” yazılmış. Doğru anlaşılması için “hasbe’l-îcâb” yazılsa daha iyi olurdu.

57. (sayfa: 543): Alttan üçüncü satırda “takib eylemleri sayesinde” denilmiş. Herhalde “eylemeleri” olacaktı.

58. (sayfa: 544, satır: 15): “feyziyâb” kelimesi “feyz-yâb” şeklinde yazılmalıydı.

59. (sayfa: 546, satır: 15): “maznun ve müttehim” denilmiş. “müttehem” olacaktı.

60. (sayfa: 547, satır: 16): Burada yeniden “maznun ve müttehim” geçiyor. “müttehem” olmalıydı. 27. satırda “mukadderât-ı âtiyyesinde” deniliyor. “âtiyesinde” yazılmalıydı. 31. satırda “nâhiş” yazılmış. Herhalde “nâhoş” olacaktı.

61. (sayfa: 554, satır: 10): “Merasim-i tedfiniye” yazılmış. “tedfîniyye” olmalıydı.

62. (sayfa: 555, satır: 3): “silsile-i mezaibden” yazılmış. “mesâibden” olmalıydı.

63. (sayfa: 560): Son satırda “Z’ilkaade” yazılmış. Doğru yazılış; “Zi’l-ka’de”dir. Ayrıca “Abdülmecid bin Abdülâziz” yazılmış. Ancak fotoğraftaki imzanın sonunda “Han” kelimesi de görünüyor. İlave edilebilir.

64. (sayfa: 562, satır: 18): “erâenin...”. “Gösterme” anlamına, “irâenin...” olmalıydı.

65. (sayfa: 566, satır: 18): “bi’l-nisbe”. “bi’n-nisbe” yazılmalı. 25. satırda “erâe ettim” deniyor. Doğrusu; “irâe ettim” olacak.

66. (sayfa: 577): Son satırda; “makamat-ı âliye-i âidiyesiyle muhabere edecek...” yazılmış. Yandaki fotoğraftan benim okuduğum; “... âidesiyle” şeklinde.

67. (sayfa: 587): Dördüncü satırda “okunamadığı” söylenen kelime, benim okumama göre “behem” olacak. Cümle, “behem (topluca/birarada) müracaat etmeleri” şeklinde anlaşılabilecektir.

68. (sayfa: 589): Samsun belgeleri arasında gerçekten en kötü imlâya sahip ve okunması en güç belge bu. Kağıdın tahrip olması nedeniyle okunamamış çok sayıda kelime var. Bu kelimeleri okuyabilmek için epeyce uğraştım. Siz “Karadeniz’e bahren gidecek memurîne verilecek...” şeklinde okumuşsunuz. Ben şöyle okudum: “Karadeniz’e bahren gidecek me’mûrîn ve yolcuların Rıhtım Hanı’nda...”. Satır sonundaki karalanmış kelimeden sonraki minik kelime pek anlaşılmıyor. “Yolcular” kelimesinin devamı olabileceğini “...ının” gibi bir ek olabileceğini düşünüyorum. İkinci paragrafın ilk kelimesi okunamamış. Benim okumama göre; “Devâir-i asâkiresi” veya “Devâir-i âliyesi”. Orijinal nüshaya bakılarak kesin bir karar vermek mümkün. Üçüncü paragrafta, “Nezaret-i celilenizde böyle bir usul ... ise” cümlesinde, boş bırakılan ve okunamayan yere “müttehaz” kelimesi girecek. Önceki belgelerde sıkça rastladığımız bu kelime, burada da kullanılmış. Son paragrafta “münferiden takib-i muameleye imkan ve zaman Karargahın hareketine müsaid olmadığından nâşî...” deniyor. Oysa yandaki fotoğrafa baktığımızda, altı çizili iki kelimenin “müsaid olmadığından nâşî” dendikten sonraki boşluğa bir uzun çizgi çekilerek ilave edildiğini görmekteyiz. Anlam bütünlüğü açısından da baktığımızda, doğru okunuş şöyle olacaktı: “münferiden takib-i muameleye imkan ve zaman müsaid olmadığından nâşî, Karargahın hareketinden irtibat zâbitleri vasıtasıyla...”. Cümlenin devamında, “İngiliz memurlarının...” ifadesinden sonraki kelime okunamamış. Benim okumama göre orası “İngiliz memurlarının ve neferlerinin” olacaktır. “haberdar edilerek”ten sonraki kelimeyi ben de bir türlü okuyamadım. Ama ondan sonraki son iki satırda cümlenin geri kalanı şöyle olsa gerek; “muâmele-i vizeye meydan verilmemesine bi sür’atin ...lerini istirham ederim”. Metindeki silinen harfleri gözönünde bulundurduğumuzda ancak böyle bir okuyuş mümkün olabiliyor. Son iki satır (ayrıca üstü karalanmış olan kelime) bu çerçevede yeniden gözden geçirilirse, mutlaka sağlam bir cümle kurulabileceğini ümit ediyorum.



69. (sayfa: 607): 16 no’lu belge fotoğrafından anlaşıldığında göre, belgenin en altındaki, “Van, Erzurum, Trabzon ...” diye başlayıp, “... ve vezâif-i mevdûa-i âcizîye mübâşeret olunmuştur efendim. Mustafa Kemal” cümlesiyle biten paragraf her nedense tercümeye alınmamış.

70. (sayfa: 615): 13 no’lu dipnotta “Selâtînden bazıları lüzâm-ı sıhhî dolayısiyle...” deniliyor. “lizâm-ı sıhhî” olmalı. Üç satır aşağıda, “mülâkânelerine” denilmiş. Doğrusu; “mülûkânelerine” olmalıydı. 607. sayfadaki 16 no’lu belgenin ikinci paragrafında bu kelime doğru okunmuş.






71. (sayfa: 616): 13 no'lu dipnotun devamında, yukarıdan 3. satırda, “husâlü takdirinde” deniyor. Sanırım “husûlü takdirinde” olacak. Yine devamında 9. satırda, “saltanat umârunun” denilmiş. Acaba bu kelime “umûrunun” mu olacaktı? Dipnotun son satırında “Z’ilka’de” yazılmış. “Zi’l-ka’de” olmalıydı. Aynı sayfadaki 16 no’lu dipnotta, dizgi hatâsı olarak “bu kitanım” yazılmış. “bu kitabın” olacak.

72. (sayfa: 618): 27 no’lu dipnotun ikinci paragrafında, “Abdülaziz’in torunlarından Tevhid Efendi’dir” deniyor. Ancak bir sonraki paragrafın ilk cümlesi, “Tevfik Efendi’nin anlattıkları şöyledir...” diye başlıyor. Bu zatın adı Tevhid mi Tevfik mi?

73. (sayfa: 620): Sayfa başında 2. ve 3. satırda iki yerde “ilâhiyeye” yazılmış. Doğrusu “ilâhiyyeye” olacaktı. 4. satırda ise “Maddeden” yazıyor. Sanırım o da “Maddeten” olacaktı. 8. satırda “mütehayyic oluyorum” deniyor. Doğrusu; “müteheyyic” olacak.

74. (sayfa: 636): Alttan ikinci paragrafın ilk cümlesinde; “ve bu kan ne kadar tevessül ederse” deniyor. Anlam bakımından “tevessül” kelimesi cümleye doğru oturmuyor. Acaba bu kelime “ne kadar yayılırsa” mânâsına tevvessü’ mü olacaktı?

75. (sayfa: 638): 11 no’lu dipnotta, “... düvel-i ecnebiye ile” yazılmış. Doğrusu; “ecnebiyye” olmalı.

76. (sayfa: 650): 12 no’lu dipnotta, sehven “Hilâfetçi Rum’um idamı” yazılmış. “Rum’un” olacak.

77. (sayfa: 651): 20 no’lu dipnotta “ezdiyâd-ı ömür” tabiri geçiyor. “izdiyâd-ı ömr” yazılmalıydı. 21 no’lu dipnotta sehven “Halife-i Müslimim” yazılmış. Doğrusu; “Müslimîn” olacak. 23 no’lu dipnotta, “Anakara’nın geçmişteki çalışmalarından...” şeklinde bir cümle var. “Ankara” olmalıydı.

78. (sayfa: 653): 15 no’lu dipnotta “Dârü’l-Hikmetü’l-İslâmiye” yazılmış. Doğrusu “Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye” olacaktı.

79. (sayfa: 656): 34 no’lu dipnotta Vahideddin’in ifadesi “Vesselamu ‘ala men itteba’l-Huda” yazılmış. Doğru yazılış şöyle olmalı: “Vesselâmü ‘alâ men ittebea’l-Hüdâ”. Siz tercümesini; “Selâm, Allah’a tabi olanların üzerine olsun” diye vermişsiniz. İbarede geçen “hüdâ”yı, Farsça’daki “Hudâ” kelimesiyle karıştırmamalı. İlki “hak yol, hidâyet” anlamında iken, ikincisi “Tanrı, Allah” anlamına geliyor. Dolayısıyla daha doğru tercümesi şöyle olmalıdır: “Allah’ın selâmı, hidâyete tabi olanların üzerine olsun”. Bu selamlama (teslîm) hakkında verdiğiniz bilgiler üzerine de küçük bir not düşmemiz gerekiyor. Hazret-i Peygamber (s.a.v.), bu selamlama ifadesini, “mü’minlerle müşriklerin toplu halde bulundukları bir yere girdiği zaman” kullanmamıştır. Bu selamlama ilk olarak, Hz. Peygamber’in İslâm’a davet mektuplarında görülür. Hudeybiye musâlahası dönüşünde, hicretin 6. yılı sonundan ve 7. yılı başından itibaren, komşu ülkelerin hükümdarlarına İslâm’a davet mektupları göndermeye başlayan Hz. Peygamber’in, Busrâ emîri eliyle Doğu Roma Kayser’i Heraclius (575-641)’a gönderdiği mektubun ilk cümlesi şöyledir: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın kulu ve rasûlü Muhammed’den Romalıların yöneticisi Hirakl’e. Selâm, hidâyete uyanların üzerine olsun...”. Bu mektupla ilgili tafsilat veren rivayetleri, 12 asır önce tedvîn edilmiş ilk hadis kitaplarının hemen hepsinde buluruz. Bunlar arasından kaynak olarak, nakillerin sıhhati bakımından en fazla şöhrete kavuşmuş olanını; İmam Buhârî’nin el-Câmiu’s-Sahîh’ini göstermemiz yeterlidir: Buhârî, Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, I/7, hadis no. 7; III/1074, hadis no. 2782; IV/1657, hadis no. 4278; V/2310, hadis no. 5905. (Habeşistan Necâşîsi Ashame’ye gönderilen davet mektubunda da aynı selâmı görürüz). Sahîh-i Buhârî’den de eski hadis kaynaklarının verdiği bilgiye göre; sahâbeden Abdullah b. Abbâs’ın öğrencisi Mekke’li Mücâhid b. Cebr ve Tâbiûndan Hasan-ı Basrî’nin öğrencisi Basra’lı Katâde b. Diâme’nin, “Bir gayr-ı müslim’le mektuplaşırken ya da Ehl-i Kitab’dan birinin evine girerken bu selamlamanın yapılmasını” uygun gördükleri nakledilir. Abdürrezzâk b. Hemmâm (ö. 826), el-Musannef, VI/12-13, no. 9841, 9847. Kahire’li ünlü edîb ve tarihçi Kalkaşandî (1355-1418), Edebiyat, Tarih ve Coğrafya üzerine kaleme aldığı 14 ciltlik meşhur eseri “Subhu’l-A’şâ”da, “Ehl-i Küfür’le Yazışma Üslûbu” başlığını koyduğu bir bölümde, Hz. Peygamber’den örnek getirerek, mektupların girişinde veya bitişinde bu selâmı kullanmak gerektiğini, Dört Halîfe, Emevîler, Abbâsîler, Büveyhîler ve Selçuklular’ın bu geleneği sürdürdüklerini belirtir. Bk. Kalkaşandî, Ahmed b. Ali, Subhu’l-A’şâ fî Sınâati’l-İnşâ, Dâru’l-Fikr (I-XIV), Dımeşk 1987, VI/330-331. Sultan Vahideddin’in “Hicaz Beyannâmesi”ni bu selâmla noktalamayı tercih ederken, ibarenin tarihî arkaplanını hesaba katıp katmadığını bilemiyorum.




80. (sayfa: 664): 10’lu dipnotta, Vahideddin’e ait metnin başından nakledilen; “... verilen talimat-ı umumiye ve hususiyedir” şeklindeki cümle şöyle yazılmalıydı: “talimât-ı umûmiyye ve husûsiyyedir”. Tarık Mümtaz Göztepe’den naklen, Halife’yi kongrede temsil eden şahsın, “İstanbul’dan kaçıp Kahire’ye yerleşmiş ve Mısır Kralı Fuad’ın kütüphanesinin düzenlenmesine memur edilmiş olan Hoca Zahid Efendi” olduğu belirtiliyor. Bu zat, çok büyük ihtimalle, son dönem Osmanlı ulemâsından, dünya çapında şöhrete sahip, Düzce’li Mehmed Zâhid Kevserî’dir. Dipnotun devamına, dînî ilimlerde Türkiye’nin medâr-ı iftihârı olan Kevserî hakkında, kitabın ana konusuyla olan münâsebeti nedeniyle kısa bilgi girilmesi uygun olur kanaatindeyim. Bu vesileyle, geçtiğimiz yıl 24-25 Kasım 2007’de, Düzce-Gölyaka’da, Sakarya Üniv. İlahiyat Fakültesi ve Düzce Belediyesi işbirliği ile “Uluslararası Düzceli M. Zâhid Kevserî Sempozyumu” düzenlendiğini hatırlatmalıyım. Türkiye’nin yanısıra Mısır, Cezayir, Fas, Lübnan, Pakistan, S. Arabistan, Katar, Ürdün ve İngiltere’den ilim adamlarının tebliğ sunduğu sempozyum hakkında kısa bir değerlendirme yazısı, Hadis Tetkikleri Dergisi’nin (Journal of Hadith Studies, www.hadisevi.com) 2008’de çıkan 6. ve son sayısında yayınlandı (s. 217-225). Kevserî (1879-1952)’ye ait derli toplu bir özgeçmişe, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları’ndan çıkan “Hanefî Fıkhının Esasları” (Ankara 1991) adlı eserden ulaşabilirsiniz. (Sadık Albayrak’ın “Son Devir Osmanlı Uleması”nda da var). Eseri Kevserî’den çeviren hocamız Prof. Dr. Abdülkadir Şener, çevirinin başına 5 sayfalık bir biyografi yazısı koymuş. Kendisi Mısır-Ezher’deki öğrencilik yıllarında Kevserî’nin ilim sohbetlerine katılmış, cenazesinde bulunmuş. Şimdi fakültemizden emekli ve İzmir’de oturuyor. Oradan özetleyerek aktarmam gerekirse; M. Zâhid Kevserî, 1879 yılında Düzce’nin Hacı Hasan Efendi (şimdiki adıyla Çalıcuma) köyünde doğdu. 1893’te İstanbul’a gelerek Kazasker Hasan Efendi Dâru’l-Hadîs’ine yerleşti. Fatih Medresesi’ndeki dersleri tamamlayarak 1904’te icazet aldı, 1907’de ders-i âmmlık imtihanını verdi. Üç yıl süreyle Kastamonu’da yeni açılan bir medreseyi faaliyete geçirmekle görevlendirildi. 1909’da Medresetü’l-Mütehassisîn’e müderris olarak tayin edildi. Bir süre sonra Ders Vekîlliğine (Şeyhülislâm yardımcılığına) tayin edilen Kevserî, İttihat ve Terakkî’cilerle anlaşamadığı için bu görevinden azledildi. Bununla birlikte, Ders Vekâleti Meclisi üyeliği, 3 Kasım 1922’de Mısır’a gitmek üzere Türkiye’den ayrıldığı tarihe kadar sürdü. Birkaç ay Kahire’de kalıp oradan Şam’a geçti. Bir yıl sonra tekrar Kahire’ye dönerek Ezher’deki Türk öğrencilerin kaldığı Ebu’z-Zeheb Muhammed Bey tekkesine yerleşti. 1928’de yeniden Şam’a giderek bir yıl sonra tekrar Kahire’ye dönen Kevserî, Mısır Devlet Arşivi’ndeki (Dâru’l-Mahfûzâti’l-Mısriyye) bir kısım Türkçe belgeleri Arapça’ya çevirme işinde çalışmak suretiyle geçimini sağladı. Daha sonra eşini ve çocuklarını da yanına getirten Kevserî, 71 yaşında, geride yalnız eşini bırakarak vefat etti. Câmiu’l-Ezher’de kılınan cenaze namazından sonra Şâfiî mezarlığında, dostu İbrahim Selim’e ait bölmede medfûn bulunan iki kızının yanında toprağa verildi. Hadis, Fıkıh, Fıkıh Usûlü ve Ulemâ biyografisi üzerine 50’den fazla esere çok değerli takdim ve notlar yazan Kevserî’nin 100’den fazla ilmî makalesi, öğrencileri tarafından derlenerek “Makâlâtü’l-Kevserî” adıyla yayınlandı. (Kitabın Türkçe çevirisinin yayına hazırlandığını biliyoruz).
-----------------------
Yukarıdaki mektuptan altı ay kadar sonra, değerli araştırmacı Mustafa Armağan, 5 Nisan 2009 tarihli Zaman Gazetesi'ndeki köşesinde benzer bir konuyu gündeme getirdi. Şahbaba'daki okuma hatalarını içermesi bakımından, "Murat Bardakçı efsanesi bitiyor" başlıklı bu yazının da dikkate alınması gerektiği kanaatindeyim: